21 Şubat 2018 Çarşamba

Allah ve Bilim Arasında Bocalamak

Önceki yazımızda "Tanrı ve Bilim Arasında bocalamak" başlığını tercih etmiştik. Bunun sebebi, yalnızca bir dinin bakışından değil, genel kabul görmüş tek yaratıcı inancı üzerinden tanrı ve bilim ilişkisine yaklaşmış olmamızdı. Bu yazımızda "Allah ve Bilim Arasında Bocalamak" başlığını tercih etmemiz ise, hassaten hak din olan İslam ile bilim ilişkisine yaklaşacak olmamızdır.

Bilim, Allah’ın kainata nakşettiği sayısız hakikatin keşfedilip anlaşılması esasına dayanan bir faaliyetler bütününden ibarettir. Dolayısıyla Allah’ın yarattığı kainatta yürürlükte olan kanunlar ile Allah’ın vaz ettiği din olan İslam arasında mutlak uyum olması icap eder. Lakin, bilimin ilerleyiciliği ve zaman içerisinde kendi kendini yalanlaması, değiştirmesi, dönüştürmesi, Kur’an ve Sünnet ile sabit olmuş hakikatlerle bilim arasında doğal olarak zaman zaman zıtlıklar görülmesi sonucunu doğurabilir. Burada ise Müslüman’ın iman ettiği üzere merkezde bulunan esas hakim unsur Kur’an ve sahih Sünnet’tir. Bilim ise ona tabi olan konumundadır. Allah’ın yarattığı kainatta Allah’ın iradesine aykırı bir teşekkül, icat, keşif mevcut olamayacağına göre, Allah’ın diniyle görünürde zıtlık teşkil eden şey, varlığın sahip olduğu hakikat değil, bu hakikatten insanoğlunun edindiği bilimsel veri ve yorumlardır.

Kur’an ayetlerinin ve -özellikle- hadislerin bir kısmının farklı şekillerde anlaşılmaya müsait yapısı, açıklık-kapalılık, umum-husus, mücmel-mufassal olma durumları, birtakım ayet ve hadisler ile bilimsel verilerin görünüşte çelişik algılanmasına sebep olabilir. Artık kesinlik kazanmış ve hakikat haline gelmiş bilimsel veriler ile Kur’an ayetleri ve sahih Sünnet’in zahiren çeliştiği gözlenen durumlarda da çelişen şey aslında Kur’an veya Sünnet değil, insanoğlunun söz konusu ayet veya hadise yaklaşımı ve buradan elde ettiği yorumlardır. Bu yorumlar, hakikat boyutuna ulaşmış bilimsel veriler yok sayılmadan, Arap lisanının el verdiği sınırlarda söz konusu ayet veya hadisin anlam çerçevesi içinde bulunan bir anlama hamledilerek var gibi görünen çelişki ortadan kaldırılır. Altını çizmek lazımdır ki; bilimsel hakikatlerle İslamî nassların (özellikle hadislerin) çelişik sanıldığı durumlarda tercih edilecek metod, kategorik olarak mevcut hadisi red ve inkar etmek değildir. Esasen buna gerek de yoktur, zira Arap lisanının el verdiği sınırlar ve ayet/hadisleri anlama çabamızı yansıtan usul ilimlerimiz, bu tür çelişkilerin aslında var olmadığını tespit etmek için fazlasıyla yeterlidir. Dolayısıyla söz konusu ayetin veya hadisin reddine ihtiyaç bırakmaz. (Kaldı ki mevcut bilimsel hakikatlerle çelişen bir ayet henüz tespit edilebilmiş değildir, edildiği takdirde ise yukarıda belirttiğimiz üzere burada metbu’ ve hakim unsur ayettir, tabi olan ise bilimsel verilerdir. Hakikat boyutuna ulaşmış ve kesinlik kazanmış bilimsel verilerle zahiren çelişen sahih hadisler ise iki elin parmağını geçmez.)

Bir hayat kitabı olan Kur’an’da ve onun tefsiri, açıklaması konumunda olup yine onun gibi vahye dayanan Sünnet’te, tarihi süreçte ve günümüzde bilimin gündeminde olmuş konularla alakalı birtakım ayet ve hadisler doğal olarak bulunur. Bu ayet ve hadisler (özellikle ayetler), İslam’ın hak din olduğu ve Kur’an’ın hak kitap olduğu konusunda ve aslında Müslümanların göğsünü kabartan deliller olarak kullanıldı. Kur’an’da işaret edilmiş her yeni icat ve keşif, Müslümanları gururlandırdı, kendi dinimizle ve kitabımızla gurur duymamızı sağladı. Lakin bu gurur duyuş, bu göğsümüzün kabarışı aslında bir zaafiyetin dışa vurumuydu. Sanki bu keşif ve icatlar sayesinde Kur’an güçlenecekti. Sanki bu icat ve keşifler mevcut olmasaydı kendi kitabımıza bağlılığımız aksi durumdaki kadar kuvvetli olamayacaktı. Sanki kendi kitabımızla olan bağımızın gücü, kitabımızın haklılığının bilimsel verilerle doğrulanmasına ve desteklenmesine bağlıydı.

Modernleşme ve Batılılaşma girişimi sonucu Müslümanlar, kendi din ve kitaplarına olan güvenleri sorgulanma tehlikesiyle baş başa kaldı. Batı’da ihdas edilip Tanzimat’la birlikte topraklarımıza bulaşan
“akılcılık” ve “bilimcilik” virüslerinin anlayış ve kavrayışımızda meydana getirdiği tahribat, ruhumuzun derinliklerinde Kur’an’ı bilime onaylatma ihtiyacı filizlenmesine sebep oldu. Bilimin onayladığı şeylerin hakikat, bilimin cevaz vermediği şeylerin ise hilaf-ı hakikat telakki edildiği modern zihinsel pratiğe uymamız gereken bir zamanda, Kur’an’da haber verilmiş bilimsel gelişmeler Müslümanın içini ferahlatmak için bir liman vazifesi gördü. Lakin burada Kur’an tabi olan, bilim ise kendisine tabi olunan konumundaydı. Olması gereken bunun tam tersiydi. Esas patoloji de bu konumlandırmadaydı.

Bu maksatla; Yasin suresi 38. ayette belirtilene göre Güneş’in kendi istikrarında yürümekte olmasının, Solar Apex denen bir noktaya doğru Güneş’in 19 km/h hızla hareket etmekte olduğu keşfine işaret ettiği savunuldu. Zariyat suresi 47. ayette belirtilene göre “Evreni genişletmekteyiz” mealindeki ifade, Amerikalı uzay bilimci Edwin Hubble’ın evrenin genişlediğini keşfetmesi ile anlaşılan hakikate hamledildi. Hadid suresi 25. ayette mealen geçen “demiri indirdik” ifadesi, Güneş’ten çok daha büyük yıldızların merkezinde biriken demir izotoplarının süpernova denen yıldız patlamaları sonucu Dünya’ya saplanmasının keşfedilmesiyle daha da önem kazandı. Mü’minun suresi 12-14. ayetlerdeki insanın anne karnındaki gelişim evrelerinin anlatıldığı bölüm de bu amaçla kullanıldı. Bu amaçla kullanılan ayet örnekleri çoğaltılabilir. (1)

Örneklerini verdiğimiz ve vermediğimiz ayet ve hadislerde gelen ve yüzyıllar sonra bilimin gündemine girmiş veya keşfedilmiş olan hakikatler elbette değersiz değildir. Şüphesiz bunlar Allah’ın ayetlerinden birer ayettir. Lakin Kur’an’daki hakikatlerin bilimsel verilere dayandığı ölçüde sahih ve ikna edici olduğu gibi çarpık bir anlayışın tasallutundan kurtulmak zorundayız. Hadisler söz konusu olduğunda da, bilimsel verilerle çelişiyor izlenimi veren hadisleri, sahih yollarla bize ulaşmış olmasına rağmen reddetmek, içimizde üreyen akılcılık ve bilimcilik virüslerinin dışa vurduğu semptomlardır. Bu hastalığın temelinde ise hiç şüphesiz, aidiyetlerimize karşı duyulan şüphe ile birlikte gelen, tabi olması gereken aklı ve bilimi kendisine tabi olunan hakim unsur, hakim olması gereken Kur’an’ı ve Sünnet’i ise hakim olana tabi olan unsur olarak kabul etme yanılgısı vardır. Mustafa Sabri Efendi merhum, şu hikmetli ifadeleriyle konumuzu özetlemektedir:

“Bilime uygunluk, Kur’an-ı Kerim için bir şeref olamaz. Kur’an-ı Kerim, bir bilim kitabı olmadığı gibi, bilime uygun olmaktan doğan bir şerefe muhtaç da değildir. Bu sözümden de bilimlere hakaret manası çıkarılmasına razı olmam. Ben bilimleri kendimizde görmek isterim. Onları Kur’an’da arama taraftarı değilim. Kur’an-ı Kerim’in tertip tarzı başkadır. O insanların sosyal kanunlarını, medeniyetini, adaletini, siyasetini, ahlakını; garazdan, ivazdan, tekellüften, sathilikten uzak olarak en ciddi, en nezih, en sade ve en umumi bir surette tanzim eder. Kur’an-ı Kerim medeniyetinin sonu, Avrupa medeniyeti gibi eğlenceye, beyhude gösterişlere, nefsani ihtiras ve şehvetlere çıkmaz. İki cihan saadetinde nihayet bulur. Kur’an-ı Kerim insana insanlığı öğretir; yüksek bilgiler verir; cismani hastalıklardan ziyade ruhi hastalıklara çare gösterir.” (2)

(1) Ayrıntılı bilgi için bkz: Kadir Mısıroğlu, İslam Dünya Görüşü, s. 56 vd.
(2) Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mes’eleler, s. 31-32



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder