1912 yılında Vesto Slipher adlı Amerikalı bir uzay bilimci,
uzay araştırmaları esnasında galaksilerin etrafındaki ışıkların kırmızı dalga
boyuna meylettiğini tespit etti. Fakat sebebi hikmetini anlayamadı. Birkaç yıl
sonra yine Amerikalı bir uzay bilimci olan Edwin Hubble, “Kırmızıya Kayma”
denen bu olayın galaksilerin birbirinden uzaklaşmasından dolayı olduğunu
keşfetti. Tıpkı bir ambulansın siren sesinin ambulansa yaklaştıkça tizleşip
uzaklaştıkça kalınlaşması gibi, galaksilerden yayılan ışıkların kırmızı dalga
boyuna meyletmesi de, aralarındaki mesafenin artmasına bağlıydı. Dolayısıyla,
evren genişliyordu…
Bazılarımız, bu hakikatin Kur’an’da, “Göğü
kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişleticiyiz.” (Zariyat 47)
ayetinde yüzyıllar önce haber verildiğini göğüslerini kabartarak savunmaya
başladılar. Sanki eksik olan imanlarını tamamlayabilmek için bu keşfi bekliyorlarmış gibi.
Evrenin genişlemesi tezi, doğrudan evrenin nasıl var olduğu
hakkında da fikir vericiydi. Zira evren genişlemekte ve bu genişleme evrenin
başlangıcından beri devam etmekte ise, başlangıçta evren minimal büyüklükte
olmalı, hatta fiziken var olmamalıydı. Zamanı geriye saracak olsaydık evren
gittikçe daralır ve başlangıç anına geri dönerdi. Einstein fiziğiyle birlikte
bu altyapı, evrenin Big Bang adı verilen bir patlama ile oluştuğu ve
genişlemeye devam ettiği şeklinde teorileşti. Fakat bilim çevrelerinin zihnini
kurcalayan bir konu daha vardı: Hiçbir şey yokken her şey nasıl var
olabilmişti? Esasen, Big Bang ile oluşan parçacıklar enerji formundayken, bir
anda nasıl kütle kazanabilmiş ve zaman içerisinde bugünkü varlıkları
oluşturabilmişti?
Bu sorunun cevabı, 2 binli yıllarda CERN’de yapılan
deneylerde arandı. Atom altı parçacıklar muazzam mekanizmalara sahip
hızlandırıcılar kullanılarak çarpıştırılmaya çalışıldı. Bu projeler için devasa
harcamalar yapıldı. Amaç ise, enerji formundan kütle formundaki bir parçacık
üreterek Big Bang anındaki o “yoktan var olma” mekanizmasını tiyatral olarak
canlandırabilmek ve açıklayabilmekti. “Higgs Bozonu” denen bu parçacığın
üretildiği 14 Mart 2013’te açıklandı. Evrenin “yokken var olduğu” ilk andaki
muammayı çözeceği düşünüldüğü için adına artık “Tanrı Parçacığı” denecekti.
Bu kadar iddialı bir isim konmasının esbab-ı mucibesi, deney
sonucu elde edilen parçacığın evrenin yaratılışını aydınlatacağının düşünülmesi
olabilir. Fakat “Tanrı’nın evreni yaratma mekanizmasını çözüyoruz.” gibi bir
varsayımla, yapılan deneye adeta bilimin ulaştığı/ulaşabileceği son nokta
muamelesi yapılması, yapılan işin bu denli abartılması, bilimin ilerleyicilik
ve değişkenlik ilkesine aykırıdır şüphesiz. Çünkü bilim değişerek ilerler. Düne
ait olan saçma iddialar, bugünün verileriyle mantıklı bilgilere dönüşebilir.
Einstein fiziği ile birlikte Newton fiziğinin pabucunun dama atılması, bugün
gelinen noktada Einstein fiziğinin de koltuğunun sallanması, bilimin
değişkenliği gerçeğinin neticeleridir. Bugün “Tanrı Parçacığı” gibi iddialı bir
niteleme ile anılan bir keşif, yarının dünyasında bu isimle anıldığı için utanç
kaynağı olabilir. Bilimin doğası budur.
Bunun benzerini yine Stephan Hawking’in “M Teorisi”nde
görüyoruz. Hawking bu tezinde evrenin hologram özelliğinde olduğunu, atom altı
çok küçük parçacıkların evrene bu özelliği kazandırdığını ve bu sayede 12
boyutlu bir evrende yaşadığımızı öngörür. Ona göre bu teorinin kanıtlanması ile
12. boyuta, yani güya “Tanrı’nın yaşadığı boyuta” ulaşılabilmiş ve Tanrı’nın
evreni yaratma formülü keşfedilmiş olur. Bilimsel araştırmalara bu denli kutsal
ve iddialı amaçlar öngörerek araştırmayı kutsamak ve ulaşılabilecek en yüksek
nokta atfında bulunmak, Ortaçağ’da Dünya’nın yuvarlak değil düz olduğu,
yuvarlak olsaydı deniz ve okyanusların uzay boşluğuna döküleceği şeklindeki
gerçek dışı ve saçma varsayımın o günün yaygın görüşü olmasına benzer.
Aslında tarih boyunca bilim çevrelerinde benzerleri görülmüştü
bu refleksin. Misal; Amerikan Patent Dairesi Başkanı Charles Duell 1899’da
“İcat edilebilecek her şey icat edildi. Artık yeni bir şey icat edilemez.”
demişti. Uçağın mucidi Orville Wright 1906’da “Bir makine hiçbir zaman New
York’tan Paris’e uçamayacaktır.” demişti. 1909’da Scientific American
Dergisi’nde otomobilin gelişimini ve evrimini tamamladığı, daha fazla
geliştirilemeyeceği iddia edilmişti. Popular Mechanics Dergisi’nde 1949’da,
gelecekte bilgisayarların 1,5 ton olacağına dair bir öngörüde bulunulmuştu. Daha
onlarca örneği sayılabilecek bu gaflar, bilimin ilerleyiciliği ilkesinin
ihmalinin ne kadar feci ve gülünç sonuçlar doğuracağını göstermeye yeterlidir. İster
bilgisayarların gelecekteki büyüklüğü, isterse Tanrı’nın evreni yaratma formülü
hakkında olsun, bilimi zirveye ulaştığı için durdurmaya yönelik her teşebbüsün
fecaatle sonuçlanması işten bile değildir.
Yukarıda bahsettiğimiz türden garabetlerin ve hastalıkların etyolojisinde
de, bilimin doğasında bulunan “sırlara vakıf olma” içgüdüsünün, insanın kendine
tapınma fetişizmine dönüşmesi mekanizması vardır. Bilim tarihi içerisinde,
Tanrı’nın evrene işlediği sınırsız kodlardan birinin veya birkaçının
incelenerek anlaşılmasından ibaret olan bir uğraş, insanın Tanrı’yı tanımaması,
hatta insanın Tanrı’ya alternatif olma iddiasında bulunması sonuçlarına
sebebiyet verebiliyor. Neticede “Tanrı’yı yok sayma” ile “Tanrı’nın görevini
üstlenme” hastalıkları arasındaki ontolojik bağ kuvveden fiile çıkıyor. Bilimin
ulaştığı noktayı “artık aşılamaz” mesabesinde gören insanın cüce aklı, artık
bir adımla Tanrı’ya ulaşacağını ve güya Tanrı’nın yaratma sırrını bilen
seçilmiş kişi olacağını düşünüyor. Ulaşılamaz olan bir yaratıcı fikrini
reddediyor. Bu da onu Tanrı’ya alternatifler aramaya sevk ediyor. Hiç gereği
yokken evrendeki tüm varoluş yükünü sırtında hissediyor ve kendini bilime ya da
bilim sandığı dedikodulara vuruyor. Tanrı’nın yarattığı hakikatleri keşfetme ve
inceleme etkinliklerinden ibaret olan ve bugün adına bilim denen şeye bir
miktar vakıf olduğunda ise, kendisinin aslında insanoğlunun Tanrı sandığı şey
olduğu vehmine kapılıyor.
Tüm bunların neticesinde ise ateist genç, lise terk olduğu
halde adeta bir bilim adamı edasıyla konuşabileceği konfora çaba harcamadan
erişebiliyor.
İşte esasında bir tanrının var olmadığını iddia eden, ama
aklı ve bilimi kutsamakta haddini aşıp tanrının alternatifi yapan ve “bilimin
kulu” olan insanın, “iki ucu keskin kılıç” denebilecek ve uçtan uca savrulmalarla
kıyamete kadar sürecek olan serüveni…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder