24 Ağustos 2017 Perşembe

Tanrı ve Bilim Arasında Bocalamak

1912 yılında Vesto Slipher adlı Amerikalı bir uzay bilimci, uzay araştırmaları esnasında galaksilerin etrafındaki ışıkların kırmızı dalga boyuna meylettiğini tespit etti. Fakat sebebi hikmetini anlayamadı. Birkaç yıl sonra yine Amerikalı bir uzay bilimci olan Edwin Hubble, “Kırmızıya Kayma” denen bu olayın galaksilerin birbirinden uzaklaşmasından dolayı olduğunu keşfetti. Tıpkı bir ambulansın siren sesinin ambulansa yaklaştıkça tizleşip uzaklaştıkça kalınlaşması gibi, galaksilerden yayılan ışıkların kırmızı dalga boyuna meyletmesi de, aralarındaki mesafenin artmasına bağlıydı. Dolayısıyla, evren genişliyordu…

Bazılarımız, bu hakikatin Kur’an’da, “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişleticiyiz.” (Zariyat 47) ayetinde yüzyıllar önce haber verildiğini göğüslerini kabartarak savunmaya başladılar. Sanki eksik olan imanlarını tamamlayabilmek için bu keşfi bekliyorlarmış gibi.

Evrenin genişlemesi tezi, doğrudan evrenin nasıl var olduğu hakkında da fikir vericiydi. Zira evren genişlemekte ve bu genişleme evrenin başlangıcından beri devam etmekte ise, başlangıçta evren minimal büyüklükte olmalı, hatta fiziken var olmamalıydı. Zamanı geriye saracak olsaydık evren gittikçe daralır ve başlangıç anına geri dönerdi. Einstein fiziğiyle birlikte bu altyapı, evrenin Big Bang adı verilen bir patlama ile oluştuğu ve genişlemeye devam ettiği şeklinde teorileşti. Fakat bilim çevrelerinin zihnini kurcalayan bir konu daha vardı: Hiçbir şey yokken her şey nasıl var olabilmişti? Esasen, Big Bang ile oluşan parçacıklar enerji formundayken, bir anda nasıl kütle kazanabilmiş ve zaman içerisinde bugünkü varlıkları oluşturabilmişti?

Bu sorunun cevabı, 2 binli yıllarda CERN’de yapılan deneylerde arandı. Atom altı parçacıklar muazzam mekanizmalara sahip hızlandırıcılar kullanılarak çarpıştırılmaya çalışıldı. Bu projeler için devasa harcamalar yapıldı. Amaç ise, enerji formundan kütle formundaki bir parçacık üreterek Big Bang anındaki o “yoktan var olma” mekanizmasını tiyatral olarak canlandırabilmek ve açıklayabilmekti. “Higgs Bozonu” denen bu parçacığın üretildiği 14 Mart 2013’te açıklandı. Evrenin “yokken var olduğu” ilk andaki muammayı çözeceği düşünüldüğü için adına artık “Tanrı Parçacığı” denecekti.

Bu kadar iddialı bir isim konmasının esbab-ı mucibesi, deney sonucu elde edilen parçacığın evrenin yaratılışını aydınlatacağının düşünülmesi olabilir. Fakat “Tanrı’nın evreni yaratma mekanizmasını çözüyoruz.” gibi bir varsayımla, yapılan deneye adeta bilimin ulaştığı/ulaşabileceği son nokta muamelesi yapılması, yapılan işin bu denli abartılması, bilimin ilerleyicilik ve değişkenlik ilkesine aykırıdır şüphesiz. Çünkü bilim değişerek ilerler. Düne ait olan saçma iddialar, bugünün verileriyle mantıklı bilgilere dönüşebilir. Einstein fiziği ile birlikte Newton fiziğinin pabucunun dama atılması, bugün gelinen noktada Einstein fiziğinin de koltuğunun sallanması, bilimin değişkenliği gerçeğinin neticeleridir. Bugün “Tanrı Parçacığı” gibi iddialı bir niteleme ile anılan bir keşif, yarının dünyasında bu isimle anıldığı için utanç kaynağı olabilir. Bilimin doğası budur.

Bunun benzerini yine Stephan Hawking’in “M Teorisi”nde görüyoruz. Hawking bu tezinde evrenin hologram özelliğinde olduğunu, atom altı çok küçük parçacıkların evrene bu özelliği kazandırdığını ve bu sayede 12 boyutlu bir evrende yaşadığımızı öngörür. Ona göre bu teorinin kanıtlanması ile 12. boyuta, yani güya “Tanrı’nın yaşadığı boyuta” ulaşılabilmiş ve Tanrı’nın evreni yaratma formülü keşfedilmiş olur. Bilimsel araştırmalara bu denli kutsal ve iddialı amaçlar öngörerek araştırmayı kutsamak ve ulaşılabilecek en yüksek nokta atfında bulunmak, Ortaçağ’da Dünya’nın yuvarlak değil düz olduğu, yuvarlak olsaydı deniz ve okyanusların uzay boşluğuna döküleceği şeklindeki gerçek dışı ve saçma varsayımın o günün yaygın görüşü olmasına benzer.

Aslında tarih boyunca bilim çevrelerinde benzerleri görülmüştü bu refleksin. Misal; Amerikan Patent Dairesi Başkanı Charles Duell 1899’da “İcat edilebilecek her şey icat edildi. Artık yeni bir şey icat edilemez.” demişti. Uçağın mucidi Orville Wright 1906’da “Bir makine hiçbir zaman New York’tan Paris’e uçamayacaktır.” demişti. 1909’da Scientific American Dergisi’nde otomobilin gelişimini ve evrimini tamamladığı, daha fazla geliştirilemeyeceği iddia edilmişti. Popular Mechanics Dergisi’nde 1949’da, gelecekte bilgisayarların 1,5 ton olacağına dair bir öngörüde bulunulmuştu. Daha onlarca örneği sayılabilecek bu gaflar, bilimin ilerleyiciliği ilkesinin ihmalinin ne kadar feci ve gülünç sonuçlar doğuracağını göstermeye yeterlidir. İster bilgisayarların gelecekteki büyüklüğü, isterse Tanrı’nın evreni yaratma formülü hakkında olsun, bilimi zirveye ulaştığı için durdurmaya yönelik her teşebbüsün fecaatle sonuçlanması işten bile değildir.

Yukarıda bahsettiğimiz türden garabetlerin ve hastalıkların etyolojisinde de, bilimin doğasında bulunan “sırlara vakıf olma” içgüdüsünün, insanın kendine tapınma fetişizmine dönüşmesi mekanizması vardır. Bilim tarihi içerisinde, Tanrı’nın evrene işlediği sınırsız kodlardan birinin veya birkaçının incelenerek anlaşılmasından ibaret olan bir uğraş, insanın Tanrı’yı tanımaması, hatta insanın Tanrı’ya alternatif olma iddiasında bulunması sonuçlarına sebebiyet verebiliyor. Neticede “Tanrı’yı yok sayma” ile “Tanrı’nın görevini üstlenme” hastalıkları arasındaki ontolojik bağ kuvveden fiile çıkıyor. Bilimin ulaştığı noktayı “artık aşılamaz” mesabesinde gören insanın cüce aklı, artık bir adımla Tanrı’ya ulaşacağını ve güya Tanrı’nın yaratma sırrını bilen seçilmiş kişi olacağını düşünüyor. Ulaşılamaz olan bir yaratıcı fikrini reddediyor. Bu da onu Tanrı’ya alternatifler aramaya sevk ediyor. Hiç gereği yokken evrendeki tüm varoluş yükünü sırtında hissediyor ve kendini bilime ya da bilim sandığı dedikodulara vuruyor. Tanrı’nın yarattığı hakikatleri keşfetme ve inceleme etkinliklerinden ibaret olan ve bugün adına bilim denen şeye bir miktar vakıf olduğunda ise, kendisinin aslında insanoğlunun Tanrı sandığı şey olduğu vehmine kapılıyor.

Tüm bunların neticesinde ise ateist genç, lise terk olduğu halde adeta bir bilim adamı edasıyla konuşabileceği konfora çaba harcamadan erişebiliyor.

İşte esasında bir tanrının var olmadığını iddia eden, ama aklı ve bilimi kutsamakta haddini aşıp tanrının alternatifi yapan ve “bilimin kulu” olan insanın, “iki ucu keskin kılıç” denebilecek ve uçtan uca savrulmalarla kıyamete kadar sürecek olan serüveni…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder