21 Şubat 2018 Çarşamba

Allah ve Bilim Arasında Bocalamak

Önceki yazımızda "Tanrı ve Bilim Arasında bocalamak" başlığını tercih etmiştik. Bunun sebebi, yalnızca bir dinin bakışından değil, genel kabul görmüş tek yaratıcı inancı üzerinden tanrı ve bilim ilişkisine yaklaşmış olmamızdı. Bu yazımızda "Allah ve Bilim Arasında Bocalamak" başlığını tercih etmemiz ise, hassaten hak din olan İslam ile bilim ilişkisine yaklaşacak olmamızdır.

Bilim, Allah’ın kainata nakşettiği sayısız hakikatin keşfedilip anlaşılması esasına dayanan bir faaliyetler bütününden ibarettir. Dolayısıyla Allah’ın yarattığı kainatta yürürlükte olan kanunlar ile Allah’ın vaz ettiği din olan İslam arasında mutlak uyum olması icap eder. Lakin, bilimin ilerleyiciliği ve zaman içerisinde kendi kendini yalanlaması, değiştirmesi, dönüştürmesi, Kur’an ve Sünnet ile sabit olmuş hakikatlerle bilim arasında doğal olarak zaman zaman zıtlıklar görülmesi sonucunu doğurabilir. Burada ise Müslüman’ın iman ettiği üzere merkezde bulunan esas hakim unsur Kur’an ve sahih Sünnet’tir. Bilim ise ona tabi olan konumundadır. Allah’ın yarattığı kainatta Allah’ın iradesine aykırı bir teşekkül, icat, keşif mevcut olamayacağına göre, Allah’ın diniyle görünürde zıtlık teşkil eden şey, varlığın sahip olduğu hakikat değil, bu hakikatten insanoğlunun edindiği bilimsel veri ve yorumlardır.

Kur’an ayetlerinin ve -özellikle- hadislerin bir kısmının farklı şekillerde anlaşılmaya müsait yapısı, açıklık-kapalılık, umum-husus, mücmel-mufassal olma durumları, birtakım ayet ve hadisler ile bilimsel verilerin görünüşte çelişik algılanmasına sebep olabilir. Artık kesinlik kazanmış ve hakikat haline gelmiş bilimsel veriler ile Kur’an ayetleri ve sahih Sünnet’in zahiren çeliştiği gözlenen durumlarda da çelişen şey aslında Kur’an veya Sünnet değil, insanoğlunun söz konusu ayet veya hadise yaklaşımı ve buradan elde ettiği yorumlardır. Bu yorumlar, hakikat boyutuna ulaşmış bilimsel veriler yok sayılmadan, Arap lisanının el verdiği sınırlarda söz konusu ayet veya hadisin anlam çerçevesi içinde bulunan bir anlama hamledilerek var gibi görünen çelişki ortadan kaldırılır. Altını çizmek lazımdır ki; bilimsel hakikatlerle İslamî nassların (özellikle hadislerin) çelişik sanıldığı durumlarda tercih edilecek metod, kategorik olarak mevcut hadisi red ve inkar etmek değildir. Esasen buna gerek de yoktur, zira Arap lisanının el verdiği sınırlar ve ayet/hadisleri anlama çabamızı yansıtan usul ilimlerimiz, bu tür çelişkilerin aslında var olmadığını tespit etmek için fazlasıyla yeterlidir. Dolayısıyla söz konusu ayetin veya hadisin reddine ihtiyaç bırakmaz. (Kaldı ki mevcut bilimsel hakikatlerle çelişen bir ayet henüz tespit edilebilmiş değildir, edildiği takdirde ise yukarıda belirttiğimiz üzere burada metbu’ ve hakim unsur ayettir, tabi olan ise bilimsel verilerdir. Hakikat boyutuna ulaşmış ve kesinlik kazanmış bilimsel verilerle zahiren çelişen sahih hadisler ise iki elin parmağını geçmez.)

Bir hayat kitabı olan Kur’an’da ve onun tefsiri, açıklaması konumunda olup yine onun gibi vahye dayanan Sünnet’te, tarihi süreçte ve günümüzde bilimin gündeminde olmuş konularla alakalı birtakım ayet ve hadisler doğal olarak bulunur. Bu ayet ve hadisler (özellikle ayetler), İslam’ın hak din olduğu ve Kur’an’ın hak kitap olduğu konusunda ve aslında Müslümanların göğsünü kabartan deliller olarak kullanıldı. Kur’an’da işaret edilmiş her yeni icat ve keşif, Müslümanları gururlandırdı, kendi dinimizle ve kitabımızla gurur duymamızı sağladı. Lakin bu gurur duyuş, bu göğsümüzün kabarışı aslında bir zaafiyetin dışa vurumuydu. Sanki bu keşif ve icatlar sayesinde Kur’an güçlenecekti. Sanki bu icat ve keşifler mevcut olmasaydı kendi kitabımıza bağlılığımız aksi durumdaki kadar kuvvetli olamayacaktı. Sanki kendi kitabımızla olan bağımızın gücü, kitabımızın haklılığının bilimsel verilerle doğrulanmasına ve desteklenmesine bağlıydı.

Modernleşme ve Batılılaşma girişimi sonucu Müslümanlar, kendi din ve kitaplarına olan güvenleri sorgulanma tehlikesiyle baş başa kaldı. Batı’da ihdas edilip Tanzimat’la birlikte topraklarımıza bulaşan
“akılcılık” ve “bilimcilik” virüslerinin anlayış ve kavrayışımızda meydana getirdiği tahribat, ruhumuzun derinliklerinde Kur’an’ı bilime onaylatma ihtiyacı filizlenmesine sebep oldu. Bilimin onayladığı şeylerin hakikat, bilimin cevaz vermediği şeylerin ise hilaf-ı hakikat telakki edildiği modern zihinsel pratiğe uymamız gereken bir zamanda, Kur’an’da haber verilmiş bilimsel gelişmeler Müslümanın içini ferahlatmak için bir liman vazifesi gördü. Lakin burada Kur’an tabi olan, bilim ise kendisine tabi olunan konumundaydı. Olması gereken bunun tam tersiydi. Esas patoloji de bu konumlandırmadaydı.

Bu maksatla; Yasin suresi 38. ayette belirtilene göre Güneş’in kendi istikrarında yürümekte olmasının, Solar Apex denen bir noktaya doğru Güneş’in 19 km/h hızla hareket etmekte olduğu keşfine işaret ettiği savunuldu. Zariyat suresi 47. ayette belirtilene göre “Evreni genişletmekteyiz” mealindeki ifade, Amerikalı uzay bilimci Edwin Hubble’ın evrenin genişlediğini keşfetmesi ile anlaşılan hakikate hamledildi. Hadid suresi 25. ayette mealen geçen “demiri indirdik” ifadesi, Güneş’ten çok daha büyük yıldızların merkezinde biriken demir izotoplarının süpernova denen yıldız patlamaları sonucu Dünya’ya saplanmasının keşfedilmesiyle daha da önem kazandı. Mü’minun suresi 12-14. ayetlerdeki insanın anne karnındaki gelişim evrelerinin anlatıldığı bölüm de bu amaçla kullanıldı. Bu amaçla kullanılan ayet örnekleri çoğaltılabilir. (1)

Örneklerini verdiğimiz ve vermediğimiz ayet ve hadislerde gelen ve yüzyıllar sonra bilimin gündemine girmiş veya keşfedilmiş olan hakikatler elbette değersiz değildir. Şüphesiz bunlar Allah’ın ayetlerinden birer ayettir. Lakin Kur’an’daki hakikatlerin bilimsel verilere dayandığı ölçüde sahih ve ikna edici olduğu gibi çarpık bir anlayışın tasallutundan kurtulmak zorundayız. Hadisler söz konusu olduğunda da, bilimsel verilerle çelişiyor izlenimi veren hadisleri, sahih yollarla bize ulaşmış olmasına rağmen reddetmek, içimizde üreyen akılcılık ve bilimcilik virüslerinin dışa vurduğu semptomlardır. Bu hastalığın temelinde ise hiç şüphesiz, aidiyetlerimize karşı duyulan şüphe ile birlikte gelen, tabi olması gereken aklı ve bilimi kendisine tabi olunan hakim unsur, hakim olması gereken Kur’an’ı ve Sünnet’i ise hakim olana tabi olan unsur olarak kabul etme yanılgısı vardır. Mustafa Sabri Efendi merhum, şu hikmetli ifadeleriyle konumuzu özetlemektedir:

“Bilime uygunluk, Kur’an-ı Kerim için bir şeref olamaz. Kur’an-ı Kerim, bir bilim kitabı olmadığı gibi, bilime uygun olmaktan doğan bir şerefe muhtaç da değildir. Bu sözümden de bilimlere hakaret manası çıkarılmasına razı olmam. Ben bilimleri kendimizde görmek isterim. Onları Kur’an’da arama taraftarı değilim. Kur’an-ı Kerim’in tertip tarzı başkadır. O insanların sosyal kanunlarını, medeniyetini, adaletini, siyasetini, ahlakını; garazdan, ivazdan, tekellüften, sathilikten uzak olarak en ciddi, en nezih, en sade ve en umumi bir surette tanzim eder. Kur’an-ı Kerim medeniyetinin sonu, Avrupa medeniyeti gibi eğlenceye, beyhude gösterişlere, nefsani ihtiras ve şehvetlere çıkmaz. İki cihan saadetinde nihayet bulur. Kur’an-ı Kerim insana insanlığı öğretir; yüksek bilgiler verir; cismani hastalıklardan ziyade ruhi hastalıklara çare gösterir.” (2)

(1) Ayrıntılı bilgi için bkz: Kadir Mısıroğlu, İslam Dünya Görüşü, s. 56 vd.
(2) Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mes’eleler, s. 31-32



7 Aralık 2017 Perşembe

İmâm Zâhidü'l-Kevserî'nin Gençlere Nasihatleri

Çocuklar, alimin, talebe-i ilmin çok olduğu, ilim tahsilinin kolay ve makbul olduğu günlerde bile kitaplarımız, ilme teşvik ve tergiblerle dolu idi. Bugün maalesef ilim garip olmuş, garip kalmıştır. Bilhassa teşvik ve tebriğe ihtiyaç vardır.

Rasûlullâh sav. Efendimiz duasında: “Ya Rabbi, aklımı arttır, imanımı arttır.” dememiş, fakat “Ya Rabbi, ilmimi arttır.” demiştir.

Bugün Müslümanların adam olmasını, İslam’ın tekrar yaşanmasını, yaşatılmasını isteriz, dileriz. Herkes de bunu ister. Fakat bilmezse, neyi yaşayacak? İnsan bilmediği şeyi nasıl yaşar?

Onun için benim vaktim ilim yolunda geçiyor, amelim çok olmuyor. Nafile ibadetlere vakit bulamıyorum. Zamanım hep kitaplar arasında geçiyor. Bana bir şeyler sormaya gelenler, hep -Allah selamet versin- “Efendim gelecek ziyaretimizde cevabımızı alırız inşallah.” diyorlar. Kitap, makale yazar gibi, onların suallerine cevaplar yazmak icap ediyor.

Binaenaleyh çocuklar, ben şuna iyice inanmışım ki; ilim, nafile ibadetten efdaldir.

Nafile ibadetler, şahsınızı kurtarmak, Allah lütfederse cennetteki makamınızın yükselmesi içindir. Fakat ilim, Müslüman kardeşlerinizi cehennemden, cehennemin başlangıcı olan dalaletten ve küfürden kurtarır.

Yavrum, küfür ne kadar tehlikeliyse, inanç diye hurafelere, asılsız şeylere saplanmak da aynıdır. Bunların hepsine ilimle karşı durulur, mani olunur. İlim, bu sebeple ibadetlerin en büyüğüdür. Çalışın, gayret edin, ilim tahsil edin…

Anlayamadığınız yerleri muhakkak hocalarınıza sorun. Bir meseleyi anlamadan sakın geçmeyin. Sual sormaktan utanmayın, sıkılmayın. Sorulmadan öğrenilmez. Biz daha Binâ’ okurken hocalarımız şu ibareyi tekrar ederlerdi: “teallemtü’l-ilme mes’eleten ba’de mes’ele.” Ben ilmi mesele mesele öğrendim; bir meseleyi öğrendim, sonra ötekine geçtim. İlim, mesele mesele, sırasıyla, yavaş yavaş elde edilir…

Bir de, hangi ilimde, fende kabiliyetiniz, istidadınız, aşkınız, şevkiniz varsa onun mütehassısı olmaya gayret edin. Allamelik zamanı geçti. Şimdi ihtisas zamanı. Her şeyi bilen insan devri değil, bir meselede mütehassıs, uzman olma devrindeyiz. Yaşlı bir insan ve hocanız olarak bir de bunu bilhassa tavsiye ederim.

Çocuklar, hocam Alasonyalı Ali Efendi’nin zaman zaman zikrettiği tarihi bir kıssa vardı. O da hocalarından duymuş olmalı. Talebelerini adam etmek için, insan olmalarını temin için bu kıssayı zikrederdi. Kıssa şudur:

Fatih Sultan Mehmed, kabri cennet olsun, bütçe müzakereleri varmış. Divanda vezirleriyle birlikte meclis toplayıp devletin bütçesini, mizaniyesini müzakere edeceklermiş.

Vezirler, yani bakanlar gelmeden evvel padişah, önündeki kağıdın bir köşesine medreseler tahsisatı diye bir rakam kaydetmiş.

Meclis müzakerelere başlamış. Maliyeye bakan vezir, o rakamı fark etmiş, konuşmaz olmuş. Zeki padişah, vezirin sükutunun sebebini anlamış, sormuş:

“Vezir-i semîrim, bütçe müzakeresidir, asıl maliye vezirinin konuşacağı bir meclistir. Susuyorsunuz?”

“Dinliyorum Efendim, istifade ediyorum.”

“Galiba şuraya yazdığım medreseler tahsisatı rakamını mülahaza ettiniz, çok buldunuz. Sükutunuza sebep bu olsa gerek.”

Padişah bunları söyleyince vezir konuşmuş:

“Evet Padişahım. Devletin bin derdi, masrafı var. Siz birine atf-ı nazarda bulunmuşsunuz. Onların arasında bu rakamı fazla buldum.”

Zeki padişah, nazırını kırıp gücendirmek istemiyor. İkna etmek, gönlünü almak, tayin ettiği rakamı bütçeye koydurmak istiyor. Sormuş:

“Vezir-i semîrim, bu kadar masraflarla yaşayan, yoluna bu kadar varlıklar serilen medreselerden, acaba insan yetişmiyor mu diyeceksiniz?”

“Evet Padişahım, öyle görüyorum, endişem budur.”

Vezir böyle konuşunda padişah sözüne devam eder:

“Her meslek fire verir, fakat bu bilhassa ilim mesleğinde çok olur. Çünkü bunlar peygamber varisidir. Bu çok zor bir vazifedir. Bunun misali şuna benzer: Kurşunî, kahverengi veya siyah bir kumaşı, kirli bir suya da sokup çıkarsanız, kuruyunca belli etmez, kirini göstermez. Sarık diye sarınsanız bile anlaşılmaz. Ama beyaz bir kumaşa değil kirli su, bir sinek bile değse iz bırakır, fark edilir. Bu meslek de beyaz tülbende benzer, çok fire verir. Yalnız size bir sualim var. Buna vereceğiniz cevaba göre o tahsisatı görüşeceğiz. Bu medreselerden sizi beni tatmin edecek seviyede yüzde beş hoca yetişebiliyor mu?”

“Aman Padişahım artık bu da mı olmasın?”

Vezir bunu söyleyince padişah şu cevabı vermiş:

“Eğer yüzde beş hakkıyla hoca yetişebiliyorsa, davayı kazandık, istediğimizi elde ettik demektir. Bu yüzde beşin uğruna doksan beşi besleyeceğiz demektir.”

Bunun üzerine vezir hakkı teslim eder:

“Padişahım, yüzde beş iyi bir derece ise, buna razı olunacak ise, ben de sizinle beraberim, devam edelim, itirazımı geri alıyorum.” der.

Çocuklar, bu vak’a beş yüz sene önce cereyan etmiş. Daha o zaman, padişah, yüzde beşe razı imiş. O bereketli asırlarda, Fatih zamanında yüzde beşe razı olunursa, ya bugün yüzde kaçla yetinmemiz gerekecek?

Bugün ilim talebesi kardeşlerimiz, bu kadar melâibin, nefs-i emarenin hoşuna gidecek eğlencelerin arasında bulunuyorlar. Onların içinde dört başı mamur talebe bulmak, bu talebeleri hoca yapmak kolay şeyler değildir.

Bugünkü serbest ve çok gevşemiş, aşınmış, ne bileyim tuhaf hale girmiş devirde, yüzde beşe değil, yüzde bire razı olmak zorundayız.

Bu sebeple, aman çocuklar, bulunduğunuz günlerin, intisap ettiğiniz mesleğin kıymetini bilin, peygamber varisi olmaya gayret edin. Adam olun, çalışın. Çalışmayan arkadaşlarınıza dua edin.

Bugün İslamiyet’e hizmet etmek gayesiyle yaşayan kimselerin, ye’se kapılmamak için Fatih Sultan Mehmed’in bu düsturunu örnek almaları lazımdır. Böyle yaparsak, yetiştirenler şevkle çalışır, yetişenler şevkle yetişirler. Bu çok mühimdir, hiç unutulmamalıdır.

Yavrularım, biz güneşin battığını gördük. Onun için biz çabuk çöktük. İslam güneşinin gurubuna şahid olduk, bu bize çok acı verdi. Çabuk çöktük… Şeker hastalığım günbegün artıyor, yeni arızalar çıkarıyor. Bir çok eserler yazmak emelimdi, ama maalesef kendimi toparlayamıyorum.

Sizler, ümid ederim ki, İslam güneşinin yeni bir doğuşunu daha göreceksiniz. Güneş batar, batan güneş tekrar doğar. İslam güneşinin tekrar doğacağının işaretleri görülmeye başlamıştır. Emareler bunu gösteriyor. Doğuş, inşallah yakındır. Onun için sizden, alem-i İslam büyük hizmetler bekliyor.

Doğacak günün aşkıyla yaşayın, çalışın. Hayırlı günler görün inşallah…



Allâme-i cihân Huccetullâh İmâm Muhammed Zâhid ibnu Hasan el-Kevserî









(alıntı: M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu – Hatıralar 2/168-173)

24 Ağustos 2017 Perşembe

Tanrı ve Bilim Arasında Bocalamak

1912 yılında Vesto Slipher adlı Amerikalı bir uzay bilimci, uzay araştırmaları esnasında galaksilerin etrafındaki ışıkların kırmızı dalga boyuna meylettiğini tespit etti. Fakat sebebi hikmetini anlayamadı. Birkaç yıl sonra yine Amerikalı bir uzay bilimci olan Edwin Hubble, “Kırmızıya Kayma” denen bu olayın galaksilerin birbirinden uzaklaşmasından dolayı olduğunu keşfetti. Tıpkı bir ambulansın siren sesinin ambulansa yaklaştıkça tizleşip uzaklaştıkça kalınlaşması gibi, galaksilerden yayılan ışıkların kırmızı dalga boyuna meyletmesi de, aralarındaki mesafenin artmasına bağlıydı. Dolayısıyla, evren genişliyordu…

Bazılarımız, bu hakikatin Kur’an’da, “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz onu genişleticiyiz.” (Zariyat 47) ayetinde yüzyıllar önce haber verildiğini göğüslerini kabartarak savunmaya başladılar. Sanki eksik olan imanlarını tamamlayabilmek için bu keşfi bekliyorlarmış gibi.

Evrenin genişlemesi tezi, doğrudan evrenin nasıl var olduğu hakkında da fikir vericiydi. Zira evren genişlemekte ve bu genişleme evrenin başlangıcından beri devam etmekte ise, başlangıçta evren minimal büyüklükte olmalı, hatta fiziken var olmamalıydı. Zamanı geriye saracak olsaydık evren gittikçe daralır ve başlangıç anına geri dönerdi. Einstein fiziğiyle birlikte bu altyapı, evrenin Big Bang adı verilen bir patlama ile oluştuğu ve genişlemeye devam ettiği şeklinde teorileşti. Fakat bilim çevrelerinin zihnini kurcalayan bir konu daha vardı: Hiçbir şey yokken her şey nasıl var olabilmişti? Esasen, Big Bang ile oluşan parçacıklar enerji formundayken, bir anda nasıl kütle kazanabilmiş ve zaman içerisinde bugünkü varlıkları oluşturabilmişti?

Bu sorunun cevabı, 2 binli yıllarda CERN’de yapılan deneylerde arandı. Atom altı parçacıklar muazzam mekanizmalara sahip hızlandırıcılar kullanılarak çarpıştırılmaya çalışıldı. Bu projeler için devasa harcamalar yapıldı. Amaç ise, enerji formundan kütle formundaki bir parçacık üreterek Big Bang anındaki o “yoktan var olma” mekanizmasını tiyatral olarak canlandırabilmek ve açıklayabilmekti. “Higgs Bozonu” denen bu parçacığın üretildiği 14 Mart 2013’te açıklandı. Evrenin “yokken var olduğu” ilk andaki muammayı çözeceği düşünüldüğü için adına artık “Tanrı Parçacığı” denecekti.

Bu kadar iddialı bir isim konmasının esbab-ı mucibesi, deney sonucu elde edilen parçacığın evrenin yaratılışını aydınlatacağının düşünülmesi olabilir. Fakat “Tanrı’nın evreni yaratma mekanizmasını çözüyoruz.” gibi bir varsayımla, yapılan deneye adeta bilimin ulaştığı/ulaşabileceği son nokta muamelesi yapılması, yapılan işin bu denli abartılması, bilimin ilerleyicilik ve değişkenlik ilkesine aykırıdır şüphesiz. Çünkü bilim değişerek ilerler. Düne ait olan saçma iddialar, bugünün verileriyle mantıklı bilgilere dönüşebilir. Einstein fiziği ile birlikte Newton fiziğinin pabucunun dama atılması, bugün gelinen noktada Einstein fiziğinin de koltuğunun sallanması, bilimin değişkenliği gerçeğinin neticeleridir. Bugün “Tanrı Parçacığı” gibi iddialı bir niteleme ile anılan bir keşif, yarının dünyasında bu isimle anıldığı için utanç kaynağı olabilir. Bilimin doğası budur.

Bunun benzerini yine Stephan Hawking’in “M Teorisi”nde görüyoruz. Hawking bu tezinde evrenin hologram özelliğinde olduğunu, atom altı çok küçük parçacıkların evrene bu özelliği kazandırdığını ve bu sayede 12 boyutlu bir evrende yaşadığımızı öngörür. Ona göre bu teorinin kanıtlanması ile 12. boyuta, yani güya “Tanrı’nın yaşadığı boyuta” ulaşılabilmiş ve Tanrı’nın evreni yaratma formülü keşfedilmiş olur. Bilimsel araştırmalara bu denli kutsal ve iddialı amaçlar öngörerek araştırmayı kutsamak ve ulaşılabilecek en yüksek nokta atfında bulunmak, Ortaçağ’da Dünya’nın yuvarlak değil düz olduğu, yuvarlak olsaydı deniz ve okyanusların uzay boşluğuna döküleceği şeklindeki gerçek dışı ve saçma varsayımın o günün yaygın görüşü olmasına benzer.

Aslında tarih boyunca bilim çevrelerinde benzerleri görülmüştü bu refleksin. Misal; Amerikan Patent Dairesi Başkanı Charles Duell 1899’da “İcat edilebilecek her şey icat edildi. Artık yeni bir şey icat edilemez.” demişti. Uçağın mucidi Orville Wright 1906’da “Bir makine hiçbir zaman New York’tan Paris’e uçamayacaktır.” demişti. 1909’da Scientific American Dergisi’nde otomobilin gelişimini ve evrimini tamamladığı, daha fazla geliştirilemeyeceği iddia edilmişti. Popular Mechanics Dergisi’nde 1949’da, gelecekte bilgisayarların 1,5 ton olacağına dair bir öngörüde bulunulmuştu. Daha onlarca örneği sayılabilecek bu gaflar, bilimin ilerleyiciliği ilkesinin ihmalinin ne kadar feci ve gülünç sonuçlar doğuracağını göstermeye yeterlidir. İster bilgisayarların gelecekteki büyüklüğü, isterse Tanrı’nın evreni yaratma formülü hakkında olsun, bilimi zirveye ulaştığı için durdurmaya yönelik her teşebbüsün fecaatle sonuçlanması işten bile değildir.

Yukarıda bahsettiğimiz türden garabetlerin ve hastalıkların etyolojisinde de, bilimin doğasında bulunan “sırlara vakıf olma” içgüdüsünün, insanın kendine tapınma fetişizmine dönüşmesi mekanizması vardır. Bilim tarihi içerisinde, Tanrı’nın evrene işlediği sınırsız kodlardan birinin veya birkaçının incelenerek anlaşılmasından ibaret olan bir uğraş, insanın Tanrı’yı tanımaması, hatta insanın Tanrı’ya alternatif olma iddiasında bulunması sonuçlarına sebebiyet verebiliyor. Neticede “Tanrı’yı yok sayma” ile “Tanrı’nın görevini üstlenme” hastalıkları arasındaki ontolojik bağ kuvveden fiile çıkıyor. Bilimin ulaştığı noktayı “artık aşılamaz” mesabesinde gören insanın cüce aklı, artık bir adımla Tanrı’ya ulaşacağını ve güya Tanrı’nın yaratma sırrını bilen seçilmiş kişi olacağını düşünüyor. Ulaşılamaz olan bir yaratıcı fikrini reddediyor. Bu da onu Tanrı’ya alternatifler aramaya sevk ediyor. Hiç gereği yokken evrendeki tüm varoluş yükünü sırtında hissediyor ve kendini bilime ya da bilim sandığı dedikodulara vuruyor. Tanrı’nın yarattığı hakikatleri keşfetme ve inceleme etkinliklerinden ibaret olan ve bugün adına bilim denen şeye bir miktar vakıf olduğunda ise, kendisinin aslında insanoğlunun Tanrı sandığı şey olduğu vehmine kapılıyor.

Tüm bunların neticesinde ise ateist genç, lise terk olduğu halde adeta bir bilim adamı edasıyla konuşabileceği konfora çaba harcamadan erişebiliyor.

İşte esasında bir tanrının var olmadığını iddia eden, ama aklı ve bilimi kutsamakta haddini aşıp tanrının alternatifi yapan ve “bilimin kulu” olan insanın, “iki ucu keskin kılıç” denebilecek ve uçtan uca savrulmalarla kıyamete kadar sürecek olan serüveni…


Allah ve Bilim Arasında Bocalamak

Önceki yazımızda "Tanrı ve Bilim Arasında bocalamak" başlığını tercih etmiştik. Bunun sebebi, yalnızca bir dinin bakışından değil,...